Lâcivert ve erguvanî düşlerden uyanıldı. Gece teheccüt uykularını nihayete erdirip deminden arınırken... Karanlığın perdeleri birer birer kalkarken ve gök kubbe kurşunî bir renk alırken, yemyeşil bir seccade serildi yere... Yakup, suyla raks ediyordu ruhunu arşın kubbelerine arz etmeden önce. Abdest alırken günahlarının sonbahar yaprakları gibi döküldüğüne inanıyor, renkler yüzünde mânâlı bir hâl alıyor ve duyduğu rayihalar değişiyordu.
Abdest dualarını hatırladığı kadarıyla içinden gele gele okuyor; Hazreti Muhammed’i [sallallahu aleyhi ve sellem] görmeyi, Mescid-i Nebevî’de namaz kılmayı arzuluyordu. Ayaklarını yıkarken topuklarına baktı birden. Apaktılar. Rüyaymış, diye geçirdi içinden. Ne kadar da gerçekçi bir rüyaydı bu. Hâlâ tesirinden kurtulamamıştı. Rüyasında büyük bir mescide girmeye çalışmış, lakin içeriye hemen alınmamıştı. Mescidin kapısında beklerken topuklarına bakmıştı. Simsiyahtı. Allah’ın huzuruna bu kirli hâliyle nasıl çıkardı? Tekrar abdest almak için şadırvana yöneldiğinde mescidin kapısında büyük bir yığılma olduğunu fark etti. Bunun sebebi kimsenin içeri alınmamasıydı. Yapılan anonsu duydu birden. On üç numara bekleniyordu. Bu kendisiydi.
Burnunda tüten enfes bir kokuyla uyandı. Kokuyu içine içine çekti. Neden sonra kayboldu koku. Bir daha bir daha arzuladı o rayihayı duymayı. Ama duyamadı. Gözbebekleri yeşile büründü, dilinden tekbirler, salâvatlar, tövbe ve istiğfarlar, dualar döküldü. Meleklerin şahit olduğu bir sabah namazına daha duruldu. Yüzü, seccadesinde en güzel rengini buluyordu. Bir rüya ile onu bu meclise çağıran kimdi? Kimsesiz bir garibi, köhne bir apartmanın rutubetli çatı katında bulan kimdi? Nasıl da yıllardır Yunus’un balığının karnındaymışçasına varlığından habersiz yaşamıştı? Yüreği bir volkandı. En derinlerinden gelen patlamaların sesini duyabiliyordu. Cehennemin narını gözyaşlarıyla söndürebileceğini hissediyordu.
İstanbul sümbül, erguvan, karanfil ve lavanta kokuyordu. Deniz ve yosun kokuyordu. Beyaz ve pembe renkli akasyaların açtığı asırlık mezarlıklar, beşer hikâyeleriyle doluydu. O gün Mısır Çarşısı’nı, Galata’daki bedestenleri, hanları, kervansarayları bir koku taciriymiş gibi dolaştı. Çiçekçileri, aktarları ve baharatçı dükkânlarını bir bir gezdi. Itır, tarçın, zencefil, kekik, fesleğen rayihaları arasında da yoktu aradığı koku. Baharın önüne sürüklediği manolya, iğde, hanımeli, yasemin ve ıhlamur kokuları arasında da yoktu. Ana kokusu dese değil, yar kokusu dese hiç değildi.
Yakup, Süleymaniye Camii’nin sarıklı mezar taşlarının çam, köknar, ladin ve servi reçinesi kokan ulvi seyrangahlarından sıyrılarak, Ayasofya Camii’nin önündeki rengârenk lâlelerin arasından geçerek, Sultanahmet Camii’nin beşer kokan avlusunda buldu kendini. İnsanları seyretti uzun bir süre. Allah aşkına, Muhammed aşkına, Kur’ân-ı Kerîm aşkına çarpıyordu bütün yürekler. İnsanların arasından sıyrılmaya, insanlardan ve kendinden kaçmaya çalıştı. İç dışa; dış içe aksetmeliydi gönül aynalarında. Vicdan terazileri dengeyi bulmalıydı. Sütunların dibinde yeşil kıyafetiyle bekleyen bir ihtiyarla göz göze geldi. Gözbebeklerinde gördü kendini ve dünya telaşını. Ateşböceği gibi ışığa koşuşunu, ruhunun inişlerini ve çıkışlarını gördü. Kırağı düşmüş badem ağaçları kadar âciz hissetti kendini. Yaşlı adamın huzurunu, yüzünde okudu. Öğle ezanı, İstanbul Şehri’ni huzura çağırırken durdu adımları. Adam elini uzattı. Titreyen elleri almak değil de vermek ister gibi uzanıyordu. Ceplerindeki bozuk paraları ararken gülümsedi yaşlı adam. Yakup’un bir eli cebindeydi hâlâ. Diğer eli boşlukta sallandı. Boğazdaki gemiler, tekneler, yelkenliler sallandı. Elini koymak için yer ararken, hafiften bir rüzgâr esti. Sultan Ahmet Camii’ni dolduran ihtiyarların mis kokularına ortak oldu. Elini, âni bir refleksle ihtiyara uzattı. Elleri yumuşacıktı. Has ipekten dokunmuş gibiydi. Gözleri gözlerindeyken, zaman durmuştu. Sanki bütün insanlar toprak ve su olmuştu. İstanbul gözünden düşmüş, ateşiyle eriyip kül olmuştu. Gözlerini göz bebeklerinden ayırıp elini elinden çekmek istediğinde, avucunda kırmızı bir gül buldu. Avuçlarına bırakılan kırmızı güle baktı. Başını kaldırdığında, karşısındaki ihtiyar yerinde yoktu. İnsanların arasına koştu. Gözleri caminin her karesini dolaştı ama yaşlı adamı gören yoktu.
Yakup, Yusuf’unu kaybetmiş gibi kaldı şehrin meydanlarında. İhtiyarı aradı durdu saatlerce. Bulamadı. Vakit akşamdı artık. Ezan-ı Şerif’ler okunmaya başladı. Ezanlar okunurken, değirmen taşları arasındaki buğday tanesi gibi inceldikçe inceldi yüreği, sır oldu.
Bugün, Mevlit Kandili’ydi. İstanbul’da bütün camilerde mevlitler okunacak, İki Cihan Serveri Hazreti Muhammed [sallallahu aleyhi ve sellem] anılacaktı. Anıldığı yere uğrardı Resul, geçtiği yerlerde elbet kalırdı gül kokuları. Bu gece kandildi. Yıldızlar birer kandil olup gökyüzünü süslemişti. Bu gece Topkapı Sarayı’nda kırk hafız sabaha kadar O’nun adını anacaktı. Kur’ân okunan hânelere melekler dolacaktı.
Meleklerin doldurduğu mübarek geceyi, Yusuf’un kokusu gibi içine çeke çeke evine döndü Yakup. İçi içine sığmıyordu. Başını yastığına ağlamadan, gözyaşı dökmeden nasıl koysundu? Eline kalemini aldı, gönlünün sandallarını engin denizlere saldı. Ruhu, şahikaların sarp dehlizlerinde dolandı. Dağlar küçüldü gökyüzünde. Boğazdan geçen gemiler oyuncak oldu. Kuş tüyünden iki kanat bulsa uçacaktı sanki. Gece kuşları öttü. Vakit teheccüde döndü. Gece, nura; Yakup duaya doydu bu gece.
Rüyasında Mescid-i Nebevi’deydi. Yeşil kubbe altındaki pencereden Efendiler Efendisi gülümsüyordu. Gözyaşlarıyla uyandı. Kalbinde akabelerden dökülen serin sular çağlayarak uyandı. Boşa geçen yıllarına yüreğini dağlayarak uyandı.
Yakup’un içinde gündüzler ve geceler hallaç pamuğu gibi birbirine karışıp uçuşmuştu. Yağ koymuştu kandillerine. Hz. Muhammed’in yoluna karınca adımlarıyla düşmüştü. Marmara Denizi ve İstanbul, Levnî’nin minyatürleri gibi küçülürken, Yakup dünya semalarındaydı. Melekler yağmur damlalarını taşırken yere, Yakup ağlıyordu. Efendiler Efendisi çağırmıştı onu. Gönlü, susayan topraklar gibi O’nda rahata erecekti. Güllere âşıktı. Varlığı yokluğundan ibaret olacaktı.
Uçak, yuvasına kavuşmak için çırpınan bir kuş gibi Medine semâlarında alçalmaya başlamıştı. Rüzgâr, çöl kumlarını tarihin sayfalarından koparıp getirmişti. Toprak, palmiye ve hurma ağaçlarıyla gölgelendi. Mahşeri anımsattı ihram. Kefeni, mezarı anımsattı. Efendimizin [sallallahu aleyhi ve sellem] aşkıyla koşar adım yürüyordu. Gönlü hiç sönmeyecek bir ateş gibi yanıyordu. Çöl rüzgârları, gönül yangınlarıyla karışıp, yüzünü yalıyordu...Çöl rüzgârları, gönül yangınlarıyla karışıp, yüzünü yakıyordu. İnsan seli Mescid-i Nebevi’ye doğru akmaya başlamıştı. Peygamberin [sallallahu aleyhi ve sellem] devesi bulmuştu bu evi, gökkubbenin altındaydı Mescidi Nebevi.
Yakup, ayaklarının altında serin mermerlerin dokunuşlarını hissetti. Cibril kapısından, birbirinin ardı sıra yükselen elif elif sütunlar arasından geçmişti. Babüsselam, Süleymaniye ve Resulullah’ın mihrabı harf harfti. Gül kokulu yün halılar üzerinden, beyaz kefenini giymiş, yalınayak geçmişti. Birden gözbebeklerindeki perdeler açıldı. Duyduğu sesler değişti. Renkler değişti. Ayağının altından zemin ve zaman kaydı. Burnu cennetten gelen kokularla doldu sanki. Bu koku, O’nun [sallallahu aleyhi ve sellem] kokusuydu. Ta uzaklardan kendisini çağıran koku buydu. Sonra cennet bahçelerinde namaza durdu. Bir namaz ki secdelerde yüzü en güzel rengini aldı. Zaman durdu. Bütün saatler O’na [sallallahu aleyhi ve sellem] kuruldu. Resulü’nün mübarek kabri başında duruyordu. Yakup’un dilinden dualar,salâvatlar ve şükürler dökülürken, zaman içinde zaman vardı.
Renkler, kokular, her şey eski hâlini alırken, ellerini yüzüne sürdü. Bir müddet öyle bekledi. Gözyaşları sel oldu. Elleri hâlâ gül kokuyordu. Efendimizin [sallallahu aleyhi ve sellem] kabr-i saadetinde salâvatlarla gözyaşı döküyordu. Sığındığı bu son limanda iç okyanuslarının fırtınası durulmuştu. Gözlerini hangi yöne çevirse, O’nu [sallallahu aleyhi ve sellem] göstermişti gönlünün hassas pusulası. Bir kokunun peşine düşüp, ışığa koşan pervaneler gibi geldiği bu kutsal beldede ruhu arınmış, hafiflemişti.
Gün dağların arkasına doğru dönerken, Aziziye, Mecidiye, Babüsselam, Resiyye ve Babürrahmet Minareleri’nden okunan ezanlar âhir zaman insanlarına çağrıda bulunurken Yakup şükür namazını bitirmiş dualar ediyordu.
Salim NİZAM